26 Eylül 2011

Osmanlı Esnafı



Ahilik ahlâkıyla yetişen Osmanlı esnafını bakınız İngiliz Senceri gazetesi nasıl anlatmaktadır.
"Osmanlı memleketlerinde dükkâncılık ve satıcılık tarz ve usulü kadar güzel usul hiçbir yerde bulunmaz. Sivas pazarına gittiğimiz zaman bu adet nazarımızda bütün bütün tecelli etti. Pazara gelen müşteri ayaküstü durup , teşhir edilen malları gözden geçirir. Tüccar veya dükkâncı ise , diz çökmüş veya bağdaş kurmuş bir halde bulunur. Eğer müşteri itibara değer kimselerden ise , dükkâncının yanına çıkar oturur.
Bir tacir böylesine , adeta konuksever bir ev sahibi gibi muamele ederdi. Müşteriye evvela bir kahve ısmarlar , sonra bir sigara ikram eder. Ve hal ve mevkie münasip konuşmaya girişir. Kahve ve sigara içtikten sonra konu yavaş yavaş alış veriş meselesine çevrilir. Eğer birden bire bu meseleye girilirse , hürmetsizlik ve terbiyesizlik sayılırdı.
Dükkâncı , müşteriye , neden sonra ne satın almak arzu ettiği takdirde gayet nazik bir ifade tarzı ile sorar. Ve alınacak şeyin nevi ve cinsine göre konuşulmasını müteakip , müşterinin fiyatı soruşu üzerine satıcı , yine nezaketten: “Zatı alileri her ne münasip görürseniz , onu verirsiniz , hiç vermezseniz de hediye makamında kabul buyurursanız bence büyük bir şereftir” derdi.
Böyle nezaketli alışveriş hiçbir yerde görülmezdi.

13 Eylül 2011

Misafir

İnsan ne tuhaftır ki, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır.
Her gün cenâze sahnelerini seyrettiği hâlde ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her ân muhtemel olan fânî emânetlerin dâimî sahibi sanır.
Hâlbuki insan, ruhuna cesed giydirilerek bir kapıdan dünyaya dâhil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekânına girmiştir de, bunu hiç hatırına getirmez.
Bir gün gelir, ruh cesedden soyundurulur. Âhiret kapısı olan kabirde diğer bir büyük yolculuğa uğurlanır.

Düşünülmelidir ki, ne dünyâda ölümden kaçacak bir zaman ve mekân, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkân, ne de kıyâmetin şiddetinden sığınacak bir barınak vardır.


İnsan Denilen Muammâ s.89